TAVŞANIN ÖLÜMÜ

 

Tavşanın teki can çekişiyordu. Gözlerinin dışa yansıması kaybolmuş, siyah gözleri bir anda bulanıklaşmıştı, renksiz ağzını toprağa iyice yaklaştırarak ağır ağır soluk alıyordu.

Öbür tavşanınsa çalılıkların arasından sadece kulakları gözüküyordu. Kulaklarının titreyişinden yine her halde anlamsızlık yağan gözlerini kırpmadan belli bir noktaya dikkatlice bakıyor ve bu arada bir şeyler atıştırıyordu.

Eğilerek tavşanın haraketsiz kafasını içinde su bulunan tabağa iyice yaklaştırdı. Zavallı hayvan belki su içer diye. Tavşan sudan doyana kadar içti, fakat ansızın su soluk borusuna kaçtı diye öksürdü, soluğu tıkandı, gözleri bir çift camdan yapılmış düğmeler gibi olduğu yerde kalakaldı.

Şimdi ne yapacağız?” – kocası acı çekmekten kırışmış yüzüyle ona şöyle bir baktı. Ama öyle bir baktı ki, sanki tavşanı o, öldürmüştü.

İsa dayı sigarasını kumun üzerine attı ve ayağıyla izmariti ezdi:

“Tavşanın erkeğiyle dişisini bir arada bulundurdun mu mutlaka biri ölecek.”

Hangisi ölüyor genelde?”

Çoğu zaman erkeği.”

Peki, neden erkeği?”

Kocası onun bu sorusuna sinirlendi. İsa dayı da sanki bu soruyu duymuyormuş gibi ellerini pantolonunun ceblerine koydu, kafasını sallayarak dış kapıya doğru yürüdü, ansızın durdu:

Ama en iyisi güvercindir.”

İsa dayı gittikten sonra kocası tavşanın henüz ölüp ölmediğini kontrol etmek için hayvanın pençelerine baktı, kalktı ve ellerini sırtına dayadı. Sesi ta uzaklardan geliyordu:

Ölecek!…”

Tavşan hâlâ güçlükle soluk alaraktan can çekişiyordu, sıcacık vücudu hafif titreyişle esiyordu.

Tavşan akşama kadar dayanamadı, öldü.

Kocası bahçenin aşağı kısmında toprağı kazarak tavşanı oraya gömdü.

Gece rüyada tavşanın can çekişmesini gördü. Can çekişen tavşan bu akşam ölen tavşandan daha iri ve de daha beyazdı. Can çekişirken ansızın kalktı, iki bacağını onun omuzlarına kadar kaldırdı, ağzını büyükçe açıp esnedi. Öyle bir esnedi ki, az daha onu da yutacaktı...

Sabah kahvaltısını yaptıklarında öbür tavşan tam da balkonun önünde oturuyordu. Sanki konuşmalarını dinlemek için gelmişti.

Acaba ölen hangisi, erkek olan mı, dişi olan mi?”

Kocası gözlerini küçülterek tavşanı izledi bir süre:

Ne farkeder ki?”

Bu erkeğe benziyor.”

Neresi benziyor peki?” Kocası yüzünü öyle buruşturdu ki, sanki, yüzüne güneş ışınları değiyordu.

Bıyıkları.”

“Bıyıklarla ne alakası var, sanki kız tavşanın bıyıkları olmuyor, öyle mi?”

Tere yağını özenle ekmeğin üzerine sürdükten sonra:

Ne olursun, bir tane tavşan daha al.”,dedi.

Hangisinden alayım, peki?”

İşte bundan.”

İyi de bunun erkek, ya da dişi olduğunu nereden anlayalım….”

Sabah kahvaltısı masanın üzerinde olduğu gibi kaldı. Kovalamaca başladı. Ne yapsalar da, tavşanı bir türlü yakalayamadılar.

İlginç…” kocası az sonra arabayı Merdekanın daracık sokaklarında kullanırken kendi kendine tekrar ediyordu: “ Hem de çok ilginç…”

İlginç olan ne?”

Tavşanın ölmesi…” İlk kez tavşanların erkek ve dişi olarak aynı yerde bulunmasının onların ölümüne neden olduğunu duyuyorum.

Kocası bunu söyledikten sonra gözleriyle uzaklara daldı gitti.

Kocasının yüzü dünden beri bir hayli değişmişti. Gözlerinin altı morarmış, yüzü solgunlaşmıştı.

Akşam çocuklar yalıya ulaşdıklarında bir yaygara kopardılar. Uzun süre tavşanın gömüldüğü yeri öğrenmek için babalarını mahvettiler. Daha sonraysa o civarda bulunan küçük taşlardan, çakıllardan ve bir de üzüm yapraklarından küçücük mezar yaptılar tavşan için.

Akşam yemeği çok hüzünlü oldu. Çocuklar solğun çehreleriyle birbirilerini izliyor, uzun çatallarını makarnanın içinde öylesine dolaştırıyorlardı.

Kocası yemeği hızla, büyük parçalar halinde adeta yutuyordu. Bunu yaparken aynı zamanda yüzü iyice morarıyordu. Kocasının yine gözleri sık sık dalıp gidiyordu. Neler olup bittiğini anlayamıyordu, fakat o tavşan yine onun gözlerinin önünde can çekişiyordu sanki.

Sana söyledim ben, o çilek bir şey değil diye.”

Hangi çilekler?”

Hani o gün tavşanlara veriyordun ya…”

İyi de, o çileklerden ben de yedim.”

Senin vücudunla tavşanın vücudu aynı mı?”

Zehrin vücudun büyüklüğü  küçüklüğüyle alakası yok.”

Var.”

Hayır, yok!”, diye kocası ansızın yumruğunu masaya vurarak bağırmaya başladı. “Duymadın mı İsa dayı ne dedi, iki tavşanı bir arada bulundurmak olmaz. Mutlaka biri ölüyor işte.”

Hangisi ölüyor?”

Kocası onun bu sorusunu yanıtlamadı, sadece önündeki tabağı bir kenara itti:

Hayret bir şey ya?! Ben şimdi düşüp ölsem, hiç umursamaz bile…”  Tavşana küfrederek kalktı, yürümeğe başladı. Bahçenin kalın yerlerinde kayboldu, geceye kadar oradan çıkmadı bile.

Öteki tavşan akşam boyunca bir o çalının, bir bu çalının arkasından onları izliyor, ara sıra pembe kulaklarını kıpırdatıyordu.

Gece yarısı küçük kızlarının sesine uyandılar. Durmadan ağlıyordu.

Ne istiyorsun?”

Kız yanıt vermedi, fakat ağlamasını da sürdürdü.

Su istiyor musun?

Kızı kafasını salladı hayır anlamında.

Çişin mi var?”

Kız kafasını salladı yine.

Sıcak mı ?

Hayır…”

Peki, neden ağlıyorsun?”

Kız uzun süre tüm sorulara kafasını sallayarak yanıt verdi.

Kocası uykusuzluktan kızarmış gözleriyle sinirlisinirli:

Ne istiyorsun?”, diye bağırdı.

Çocuk irkildi bu sesten, zavallı bir sesle:

Kaşınıyorum…” diye yanıt verdi.

Yarın pazardı diye sanki hava da hüzünlüydü. Tavşanın ölümünden bu güne sanki yalının huzuru bozulmuştu, yapraklar sararmıştı. Sararmış otların arasından bazen tavşanın yüzünde öksüzlük hali yansıyordu.

Hafta içinde bir yığın kirli çamaşır onu bekliyordu. Kirli çamaşırlar öyle bir haldeydi ki, onları birkaç gün önce üzerine giydiğini düşününce çıldıracak gibi oluyordu.

Kocası bahçenin aşağı bölümünde ağzında sigarası sinirli haraketlerle galiba ağacın diplerini kazıyordu. Arada kazmayı bıçak gibi toprağa sapladıktan sonra her şeyden bıkmış insanlar gibi kafasını kaldırıp göklere bakıyordu.

Az sonra sigarayı yere attı ve kumun üzerine oturdu. Gömleğini de kafasına geçirdi:

Öğlen yemeğine köfte yapsana!”, dedi.

Sen şu güneşin altında oturacağına gölge bir yerde otursana.”

Ben böyle seviyorum.”

Güneş çarpacak ama.”

Gömlek kafasındaydı diye kocasının yüzü gözükmüyordu:

Güzel işte…”

Güzel olan ne?”

Her şey.”

Bir süre sessizlik olduğu için İsa dayının radyosunun sesi duyuldu. Uzun hava konseri vardı radyoda.

Dünyada üç şeyden gıçık kapıyorum: sıcaktan, uzun havadan ve de köfteden…”

Kocası yine gömleğinin altından:

Güzel işte…” diye yanıt verdi.

Kocasıyla karşı karşıya oturdu. Kocasının yüzü buradan belli olmuyordu. O yüzden gömleğin ucunu kaldırdı ve:

Hiç olmazsa bir kirpi bul.”, diye rica etti.

Kirpiyi ne yapacaksın?”

Tavşan sıkılmasın diye.”

İstersen bir de dansöz bulalım.”

Kafası karışıktı, o yüzden kocasının son söylediklerini anlıyamadı.

İyi de dansözü ne yapacağız?”

Tavşan için. Göbek atar en azından…”

Et yemeği çok tuzluydu. Kocası kaşığı götürdüğünde görgü namına öylece gülümsedi:

Çok tuzlu…”

Çocuklar yemeğe yaklaşmadılar bile, mutfağın tavanına yağı sıçratarak omlet yaptılar kendileri için. Ve kavga ettiler, omleti de yere döktüler.

Kocasının sesi yatak odasından geldi:

Akşama ne yeyeceğiz peki?”

Akşam her zaman yaptıkları gibi yalılarının yanı başında bulunan lokantaya gittiler.

Masanın üzerini onların gelişiyle alakalı özenle süslemişlerdi.

Her zaman yaptığı gibi kocasıyla karşı karşıya oturdu.

Havyar yer misin?”

Hayır.”

Ya fasulye?”

Omuzlarını silkti.

Kocası ona uzattığı fasulye tabağını aceleci haraketle yerine, bir  birine dayanmış soğuk mezelerin arasına itti.

Büyük kızın eli yine limonata dolu bardağa değdi ve bardak yere devrildi.

Kocası çocuğa sert bakışla baktı, çocuk ilk önce ağlamaklı oldu, daha sonraysa ağlamamak için dışarı çıktı.

Neden öyle baktın ki, ona? Bilerekten yapmadı ki…”

Kocası hiçbir şey söylemeden sadece yemeğe devam etti.

Bir süre dördü de sessizce yemeklerini yediler

Neden yemiyorsun?” Kocası ansızın onun yüzüne baktı perişan bir halde.

Yiyorum.”

Ne yiyorsun?”

Balık….”

Balığa acımıyorsun demi?

Kocasının kocaman açılmış gözlerine baktı.

Benden ne istiyorsun?”

Ben mi? Ben bir şey istemiyorum. Sen bir şeyler istiyorsun.”

Kınamasalar bir tavşana kırk gün yas tutacaksın.”

Kocası konuştukca göz yaşlarının ilk önce yanağına, daha sonraysa göğsüne damladığını farketti.

Şimdi de tavşan için ağladığını mı deyeceksin?”

Kafasınıhayıranlamında salladı.

O zaman söyle bakalım, niçin ağlıyorsun? Belki sıkılmaman için bir kirpi bulayım, ne dersin?”

Ağlamamak için dişlerini sıksa da olmadı.

Niçin konuşmuyorsun, konuş işte. Konuş ve yaşamak istemediğini söyle. Bıktığını söyle. Derdini söyle ki, anlayalım. Biz senin için engeliz. Bunları söyle de kurtul en azından.”

Kocası yargıç gibi düzgün, anlaşılır bir biçimde konuşuyordu. Sanki bu kelimeleri söylemek için saatlerce prova yapmıştı.

Uğraşma benimle, konuşmak istemiyorum.”

Tabii ki, istemezsin. Bizler kimiz ki, senin muhatabın da olalım….”

Uyumak istiyorum.”

Bunu da küçük kızı söyledi ve afacan bakışlarıyla bir annesine, bir babasına baktı.

Gece yarısına kadar balkonda oturup karanlığa, ağaçlara, yıldızsız semaya baktı, yağmurun sesini dinledi.

Uykusu yoktu. Yağmurun sesi çok hüzünlüydü. Ve bu hüzün ona çok eski bir şarkıyı anımsattı. Şarkıyı mırıldanmaya başladı ve ağladı. Ağlaya ağlaya bir süre niçin ağladığını anlamaya çalıştı. Fakat anlayamadı bir türlü.

İçeriden kocasının yorgun sesi duyuldu:

Gel uyuHastalanırsınYağmur yağıyor…”

Az sonra kocası da balkona çıktı, yanı başına oturdu ve kafasını onun omuzuna yasladı. Galiba yine acıyordu ona:

Niçin uyumuyorsun?”

“…”

Üşüyor musun?”

Hayır.”

Kahve içelim mi?”

Hayır.”

“İşığı yakayım mı?

Hayır…”

Peki, ne istiyorsun?”,diye kocası öfkeyle bağırdı.

Kirpi istiyorum…”, dedi ve ağladığı belli olmasın diye pencereye baktı.