KAZA

 Yatak odası sıcak ve sessizdi. Yalnız ara sıra sokaktan kedilerin arsız çığlıkları duyuluyordu. Sanki her gece birileri kedilere tecavüz ediyordu.

Böyle gecelerde koca evde bulunmadığında nedense o, hep kedilere tecavüz edenin kocası olduğunu düşünüyordu.

Işığı geçirip soyundu, geceliğini giydikten sonra yatağında oturdu. Sonra tekrar kalkıp ışığı yaktı. Yüzüne krem sürmeği unutmuştu. Aynanın önünde oturup kremin kapağını açtı.

Birkaç sene boyunca durmadan eve aldığı kremleri düşündü. Üst üste toplaşan üç litrelik kavanozu doldururdu bu birkaç senede aldığı kremler. Şimdiye kadar meğerse yüzüne ne kadar krem sürmüştü?

Kremi öylesine yüzüne sürerek parmaklarının ucuyla gözlerinin altına, alnına masaj yaptı. Her böylesi masajdan yüzü biraz da buruşuyordu. Masajı doğru yapmıyor muydu acaba? Belki de zayıfladığı için yüzü böyle kırışıyordu? Nedeni ne olursa olsun çok kötü bir durumdu.

Kalkıp ışığı tekrar kapattı ve yatağına uzandı. Bacaklarının adaleleri küt küt atmaya başladı. Sonra iki gündür spor yapmadığını hatırladı.

Yattığı yerde ışığı bile açmadan bacaklarını kaldırıp indirmeğe ve değişik haraketler yapmağa başladı. Spor yaptıkca tüm vücudu gevşemeğe ve terlemeğe başladı.

Sinirleri gerilmiş bir halde düşündü ki, normal insanlar sporlarını sabah yapar, daha sonraysa bir güzel yıkanıyorlar. O ise sabah üzerine elbiseyi bile zor giyiyordu. Üç çocuğu yedirtmek, giydirmek, sonra kocasını yedirtmek, giydirmek

Kocası sanki felçti. Yemek verirsen yiyecek, vermezsen açlıktan geberecekti. Temiz elbise, gömlek, çorap verirsen giyecek, vermezsen öylece kirli pasaklı dolaşacaktı. Sanki o kocasının da annesiydi. Hatta tüm evin annesiydi.

Midesi kalktı. Artık anne olmaktan bıktığını düşündü. Peki, bundan sonra ne olacaktı?

Spor yapmağı bırakmağı düşündü. Diyet falan da gitsin cehennemin bir köşesine. Diyet yaptığından bu güne tüm sinirleri bozulmuştu neredeyse. Burnuna yemek kokusu geldiğinde tüm vücudu esmeğe başlıyordu. Bu ne biçim dertti böyle? Kilomu alıyor, bırak alsın, yüzümü kırışıyor, boş ver kırışsın, saçlarımı dökülüyor, kel olsun, ne farkeder ki? Kiminçin yapıyordu bu diyeti, kiminçin böyle güzel gözükmeğe çalışıyordu, kim artık bundan sonra onu güzel bulacaktı, işte bunları anlayamıyordu bir türlü.

Ayaklarını salladıkça karyolanın tahtaları öyle bir gıcırtıyla sallanıyordu ki, sanki altında belli aralıklarla kereste kırıyorlardı.

Düşündü ki, uyanık olduğu sürece kocası gelmeyecek, o, uyumağa başladığı anda ya sessizce kapıyı tıkırdatacak, o, ilk önce bu tıkırtıdan irkilecek, sonra kalkıp uykulu yüzüyle, karışık saçlarıyla kapıya koşacak, gözlükten baktığındaysa kocasının korkudan bembeyaz olmuş çehresini görecek.

Sonra kocası içeri geçecek ve şöyle bir onun uykulu yüzünü, karışık saçlarını seyredecek. Onun tüm halini o anda gördüğü rüya belirleyecek. Ya bağırıp çağıracak, ya beddua edecek, ya da hiçbir şey yokmuş, her şey normalmiş gibi hiçbir şey söylemeden uyumağa gidecek. Ama uyuyamayacak. Zira o tıkırtıdan sonra uykusu kaçmıştır. Sinirleri bir türlü yatışmayacak, sabaha kadar yatağının içinde dönüp duracak, sık sık yanında uyuyan kocasının yüzünü öfkeyle seyredecek. Kocası da sabaha kadar horlayacak, dişlerini şakırdatacak, etini ürpertecek, sonraysa nara atarak karnını kaşıyacak. Bunun böyle daha ne kadar süreceğini düşündü. Daha ne kadar süre bilirdi ki, bu? Ne kadar insanın eti böyle ürpertile bilir, ne kadar insanın sinirleri ayağa kaldırıla bilir ki?

İşte bu yüzden otuzunda olduğu halde hızla ihtiyarlıyor ya. Kenardan onu izleyenler neredeyse elli yaşının olduğunu söyleyecekler. Haksız da değiller hani. Bir keresinde ihtiyarlığının nasıl olacağını rüyasında görmüştü. Rüyasında tırnağının kaşındığını görmüştü. Sonra bir bakmıştı ki, aha tırnağı düştü. Sonra dişi, sırasıyla kulağı, burnu, göğsüHepsi de kaşındıkça teker  teker avucuna düşüyordu.

Ayaklarını bisiklet kullanıyormuş gibi havada sallamaya başladı. Salladıkça derin bir iç geçirerek soluğunu tuttu, daha sonraysa bıraktı. Böyle haraketler zamanı karın adalelerinin daha iyi çalışıtığını farkediyordu.

Şimdi onun bu halde olduğunu gören insanların onunla alakalı neler düşündüğünü anımsadı.

Komşuları onun arkasından fısıldaşarak konuşuyorlardı, farkındaydı.

Akrabaları yüzüne gülüyorlardı, ama kim bilir arkasından neler söylüyorlardı? O gün abisi de aç kalmaktan iyice zayıflamış yüzünü uzun süre seyrettikten sonra: Bu ne hal böyle?”, diye azarlamıştı onu.

Gerçekten bu ne haldi böyle? İlk okul beşe giden kız çocuğuna benziyor bu haliyle. İşte o yüzden çocukları dinlemiyorlardı onu. Söylediklerini umursamıyorlar, öylesine gülüp geçiyorlardı.

İşin ilginç yanıysa şimdi diyet yapmağa başladığında uygun kilo diye nitelendirdiği kiloya ulaşmasına rağmen diyeti bırakmamasıydı. Sanki kendini eritmek ve böylece kaybetmek istiyordu. Ara sıra kendine hakim olamıyor, tıkabasa yiyordu. Sonra kendine sinirleniyor, midesini delmek, içnde bulunanları dışarı dökmek istiyordu.

Her halde bu deliliğin bir çeşitiydi.

Duvarın öbür tarafından daireden ara sıra ayak sesleri duyuluyordu. Birileri aceleyle aşağıya iniyor, sonra tekrar aceleyle yukarıya kalkıyorlardı. Ara sıra birileri boğazı yırtılıyormuşcasına öksürüyordu. Sanki dairede böyle gürültü yaparak öksürmekten zevk alıyorlardı.

Bazen ayak sesleri iyice yaklaşıyor, tam kapılarının önüne kadar geliyor, sonra bir yerlerde gürültüyle kapılar açılıyor ve ayak sesleri o kapılardan içeriye akıyordu.

Bu adım seslerini dinledikçe o, kocasının ta kapının önüne kadar geldiğini, daha sonraysa vazgeçtiğini, tekrar geri döndüğünü düşünüyordu. Bu durum uzun sürüyordu. Kocası eve dönmek istemiyordu.

Spor yaptığından mı veya başka bir nedeni mi vardı bilmiyordu ama, içi daraldı. Kalkıp pencereyi açtı.

İlkbahar geliyordu. Bunu hava kokusundan da duymak mümkündü. Birkaç gün içinde havalar iyice ısınacak, güneş insanın gözünü delecekti. Ağaçlar çiçek açacak, şairler ilhamlanarak ilkbahardan, tomruklardan insanı tiksinderecek şiirler yazacaklardı.

Ve kimse bu yazı, ılık güneşi, tomrukları en azı elli kez gördüklerini ve bu mevsimin riya dolu sahteliğini düşünmeyecekti.

İlkbaharın mevsimlerin arasında en rezili olduğunu düşündü. Zira dünyanın, bu ihtiyar dünyanın her ilkbaharda üzerine böyle yeşil elbiseler giymesinde bir takım sahtekarlıklar mevcuttu ve bunu kimse farketmiyordu. Bu dünyaya, ihtiyar dünyaya kış yakışıyordu, son bahar yakışıyordu, ama kesinlikle ilkbahar yakışmıyordu. Bu dünyanın başlangıcı da, sonu da soğuktu, ölümdü. Bu dünyanın ölüsü yaşayanlarından daha fazlaydı.

İşte bu anda aklına tüm ölmüş akrabaları geldi Annesi, babası, amcası, dayıları, teyzeleri, halaları….. Hepsi ölmüştü. Sağ  salim kalan yalnız oydu. Ve o da kocasının, üç tane hiçbir anlam veremediği çocuklarının elinde tutsaktı.

Çocuklarının üçü de kocasına benziyordu. Öyle benziyorlardı ki, sanki onları kocası doğurmuştu. O yüzden ölmek istiyordu. Bir de yine ilkbahar geldiği için ölmek istiyordu. Renk  renk güllere, çiçeklere, yeşil otlara, insanların sevinçten renk almış çehresine baktıkça midesi bulanıyordu. O yüzden ölmek istiyordu ki, her şey sahtekar bir görüntüyle kaplanmıştı, her şey yalandı. İnsanlar yapmacık haraketlerle gülüyorlardı, kuşlar öylesine okuyorlardı, kelebekler karanlık bastırdığında öleceklerdi. Güllerin yaşamı kısaydı, otları az sonra gün sarartacaktı.

Böyle düşündükçe ölmek istediği için çocuklarından utandığını anladı. Bu aşağı yukarı onları yolun yarısında bırakıp kaçmak gibi bir şeydi. Peki neden doğuruyordu ki, onları?!

Bir de doğurduğunda o, nereden bile bilirdi ki, anne olmanın mutluluğu doğurduktan, bebeğin yüzünü gördükten sonra bitiyor. Sonra çocuklar büyüdükçe o, neden sevine bilirdi ki? Çocuklar büyüdükçe dertleri de büyüyordu.

Çocuklarla alakalı bunlardan başka bir hikmet anımsayamadı nedense.

Eh, galiba çocukları yarı yolda bırakıp ölemezdi. Bunu yapmağa yetkisi yoktu.

Sonra ölmek için de yetkisi olmalıymış diye düşündü. Ölmenin de kendine özgü kuralları, izni vardı.

Belki bu da bir durumdu. Böyle durumları o kadar olmuştu ki. Allah`a şükür hepsini de atlatmıştı. İntihar etmeği düşündüğü zamanları hatırladı. Sonra çocuk kucağında balkonda durması, kızının dişsiz ağzıyla elma yediği zamanda onu da nasıl aşağıya atmak istediği aklına geldi. Sonra birkaç kez beyninde çocuğu nasıl attığını, çocuğun havada nasıl uçtuğunu, yere nasıl düşeceğini uzun uzun planlaştırdığını hatırladı. O zaman kızı daha fazla kocasına benziyordu. O zaman çocuklarıyla kocası sanki bir yerde karar vermişlerdi onu bin pişman etmeğe: gece yarısı kocasını bekliyordu, sabaha karşı küçük oğlunun uyanmasını, öğleden sonra kızının okuldan dönmesini. O zaman nasıl da bağıra çağıra yaşıyordu. Bir ara aynaya baktığında kendisinin canavara benzediğini farketmişti.

Aslında şimdi bile canavara benziyordu, değişen pek bir şey yoktu. Sonra da şimdi canavara değil de köpeğe benzediğini düşünüyordu. Sadık bir köpeğe.

Sanki önceleri de böylesi durumlara düştüğü oluyordu. Yaşamaktan bıkıyordu. Evet, evet böyle durumları o, sık sık yaşıyordu. Fakat uzun sürmüyordu bu depresyon durumları. Ara sıra bir bakıyordu ki, ölmek istiyor. Fakat sonra Allah`a binlerce kez şükür ediyordu. Binlerce kez şükür ediyordu hâlâ yaşadığı için. Binlerce kez şükür ediyordu, zira hayat çok güzeldi.

Komşu evlerin birinde birileri kahkahayla gülüyordu, neredeyse bayılacaktı. Soluğu kesilecek gibi oluyordu. Hem böyle kahkahalarla gülenin kadın mı, erkek mi olduğu henüz belli bile değildi. Çıldırıyordu galibaPencereyi kapattı, perdeleri çekti. Saate baktı. İkiye geliyordu saat.

Yatağına yatarak tavanı seyretmeye koyuldu.

Dairede adım sesleri artık kesildi. Tüm kapılar kapandı. Sanki binanın giriş kapısı da kapanmıştı. Şimdi kocası gelseydi bile bu sessizliğin içinden geçerek gelemeyecekti.

Oda öyle bir sessizliğe kapandı ki, odada eşyaların sesi bile duyulmaya başladı.

Dolabın içinde bulunan elbiselerin paketleri usul usul açılmağa başladılar. Sanki paketler tüm gün sımsıkı durmaktan sıkılmışlardı. Zeminden de acayip bir gürültü duyuldu. Sanki aşırı şişman birisi zemine basıyordu.

Odayı böyle sessizlik kapladığında mutlaka üzerine bir yerlerden bir facianın havası akmağa başlıyordu. Evet bu doğruydu. Bu facia gerçekleşiyordu. Kocası da o yüzden gelmiyordu. Zira kocası öğleden sonra işte olmamıştı. Her halde yine o yargıç arkadaşına gitmişti. Yine beraberce oturup muhabbet ediyorlardı.

Yargıç ne yargıç. Aman Tanrım. Konuşurken bile gözlerinden süzülen ince işaretlerle, gizli saklı, anlamını kimseye sezdirmediği iki başlı ifadelerle konuşuyorduKonuşurken de sık sıko yüzdenlafını kullanıyordu: “O yüzden geç kaldım ki, işim vardı. O yüzden diyorum.”

Kocasına da kaç kez böyle demişti. “Etin dökülsün!” Ama kocası zayıflamıyordu, günü  geçtikçe şişmanlıyordu. İşin garip yanıysa kocasının sadece bacakları şişmanlıyordu.

Şimdi kocası arabaya biniyordu, arabayı çalıştırıyordu...

Karanlık bastırdıktan sonra yalıların bulunduğu bölge iyice küçülüyor, arabaların sayı hızla çoğalıyor. Motorun sıcağından kocası iyice mayışıyor, yarı kapalı gözlerle direksiyon sallıyor.

Öbür odada kızı rüyada bağırıyor:

Sen küçüksün!”

Kızı geceler sık sık böyle bağırıyordu rüyada, küçük kardeşiyle savaşıyordu. Uyanıkken yine savaşıyorlardı. Ve hep sonuçta kızı dayak yiyordu.

Kızına karşı hep haksızlık ettiğini düşündü. Belki de bu yüzdendi ki, kızı küçük gözlerini iyice kısarak ona nefretle bakıyordu. Zavallı çocuğun sabah  akşam evde yalnız kaldığını düşündüğünde içi daraldı.

Her gün öğlen vakti eve döndüğünde kızı yüzü sapsarı renkte gelip kapının önünde duruyordu. Çehresi öyle korkunç bir duruma düşüyordu ki, sanki şimdi birileri gelecek ve siyah eldivenli ellerini kızın zarif boğazına geçirecekti. Güçü yettiğince sıkacaktı

Her gün içeri girdiğinde kızıyla konuşması aşağı  yukarı şöyle oluyordu:

Derslerini çalıştın mı?”

Evet.”

Yemeğini yedin mi?”

Evet.”

Telefon açan oldu mu?

Hayır.”

O zaman git de elini yüzünü yıka.”

Sonra karşı karşıya oturarak yemeklerini yiyorlardı. Kızının yüzünün solgunluğu uzun süre devam ediyordu. Sanki birileri kızını korkutmuştu. Belki de kızı gerçekten de korkuyordu?! Her sabah kocası oğlunu alelacele kreşe götürdüğünde, o da işe gitmek için hazırlandığında kızı evde yalnız kalıyordu. Öğlen vakti o, geri dönünceyedek, onu yedirtip okula uğurlayıncayadek kim bilir kızı bu büyük, sessiz odalardan nasıl korkuyordu? Kim bilir bu büyük, sessiz odalarda neler oluyor?! Kim bilir bu büyük, sessiz odanın kıyısından  köşesinden ne takırtılar, ne gıcırtılar, ne gürültüler, ne fısıltılar duyuluyordu?!

Ben gelinceyedek sıkılmıyorsun demi?”

Kızı kafasını sallayarak sessiz sessiz onu seyrediyordu:

Sıkıldığında televizyon izle, teybi çalıştır. Ama en iyisi bir daha derslerini tekrar et…”

Sadece dersten geri döndüğümde sıkılıyorum…”

Yediği lokma boğazında düğümleniyordu:

Dersten döndüğünde ben evde olmuyor muyum?”

Kızı kıpkırmızı kesiliyordu:

Öyle demiyorum. Yolda sıkılıyorum.”

Kızım, yetiştiremiyorum. Ancak bitiyor işim. Babanı da biliyorsun…. Sekizde de onun işi bitiyor.”

Kızı sarmanın kabuğunu açıyordu:

Sen yalnız yolu geçerken dikkatli olYol dediğin ne kiUzak değil ki okulla evin arası…”

Kızı yemeğini bitirdikten sonra çantasını sallayarak okula gidiyordu. Kızı gittikten sonra demin yediklerinin hepsi boğazına kadar geliyordu.

Şimdi kocası kaza yapsaydı ve ölseydi kızının durumu ne olacaktı acaba diye düşündü. İşten yorğun geldiğinde duvarlara tırmanan kızını kim kurtaracaktı onun elinden?

Bir de kızından neden böyle nefret ettiğini anlamaya çalıştı. Bulmuştu galiba. Gün geçtikçe kızı şimdi de ona benziyordu. Kızına baktıında kendi küçüklüğünü görüyordu.

O anda o, her şeyin tekrar ettiğini düşünüyordu. Yine o karanlıklarla, boşluklarla dolu okul yılları, çok kısa süren üniversite hayatı, evliliği…. O yüzden yıllar önce kızını öldürmek isteği yine baş kaldırıyordu içinde. Onun ölümüyle her şeyin son bulmasını istiyordu.

Hayır, kocası böyle hiçbir şey söylemeden kaybolamaz. Kalbi küt küt atmaya başladı. Deminden beri düşündükçe ağırlaşan gözleri ansızın açıldı. Uykusu kayboldu.

Evet, bu kaza ne zamansa gerçekleşmek zorundaydı. İşte o an gelip yetişmişti ve kocası kaza yapmıştı.

Kocası değişik pozisyonlarda gözlerinin önüne geldi.

Araba devrilmişti. Arabanın altından kocasının mosmor olmuş eli gözüküyordu. Kocasının yüzü direksiyona yapışıp kalmıştı.

Araba yoldan çıkarak uçuruma doğru yuvarlanıyordu. Arabanın içinden kocasının çığlıkları duyuluyordu.

Evet, kaza olmuştuBu kaza aslında çok önceleri olmalıydı. Bunu defalarca duymuştu, rüyasında bile görmüştü. Zira bu kadar sakin, macerasız falansız yaşamak olanakdışıydı.

Herkesin yaşamında en azı elli iniş yokuş vardı. Birisi bir yakınını kaybediyordu, birisi kendisi ölüyordu, birisi züriyyetsizdi, birisininse çocukları o kadardı ki, karınlarını bile zar zor doyuruyordu.

SonraTatlı hayat”, “Acı Hayat”, “Hayatın Siyah Beyaz Yüzüyle alakalı okuduğu eserleri hatırladı.

Evet, bu geceden artık onun da faciası başlıyordu. Bu geceden hayat onun da yüzüne gerçek yüzünü gösterecekti. Zira kocası ölmüştü. Evet, ölmüştü.

Kalkıp sokağın ışığında gözüken saata baktı. Üçü çeyrek geçiyordu. Sonra pencereden sessiz, karanlık şehre bakmağa başladı. Şehrin büyük, karanlık binaları mezar taşlarıydı sanki bu şehrin. Şehir bu gece sonu olmayan mezarlığa benziyordu.

Kalkıp tek tek kocasının akrabalarına telefon açmağı düşündü. Sonra ne söyleyeceğini düşündü. Ne diyecekti? Kocasının öldüyünü mü? Kim bilir belki de kocası ölmemişti. Ama ölmüştü, kesin ölmüştü. Zira ölmeseydi o, kendini böylesine yalnız hissetmeyecekti. Şimdi kendini gerçekten dul kadın gibi görüyordu.

Kalkıp eve, kendine çekidüzen vermeği düşündü. Çünkü şafak söktükten sonra kocasını bulacak, eve getireceklerdi.

Ya da hastanenin morguna götüreceklerdi. Onu da telefon açarak hastaneye çağıracaklardı. O da hastanenin kapısı önünde ağlayarak saatlerce bekleyecekti. Başında siyah başörtüsü, üzerinde siyah elbiseSonra ansızın doğru dürüst bir siyah elbisesi olmadığını hatırladı. Bir tanesi vardı, üç dört sene önce almıştı, şimdi zayıflamıştı diye uymuyordu, onu büyük gösteriyordu.

Kalkıp ışığı yaktı. Dolabın içine bakındı durdu, sonra dolabın üzerinde bulunan çantaları indirmeğe başladı. Evet, hatırlıyordu, siyah elbiseyi bu çantanın içine koymuştu geçen yaz.

Çantanın tekinin kapağı açıktı diye, indirirken dizini kanattı. Ayağının kanı parmaklarının arasıyla akmağa başladı. Ayağının kanı aka aka mutfağa gitti, sargı bezini getirdi mutfaktan. Yarasını sardıkça düşünmeğe başladı: kocası da şu an aynen böyle kanrevandır her halde. Böyle düşününce bir anlığına kendinden nefret etti. Sonra koridorun ışığını yakarak ayağından dökülmüş kan izlerine baktı. Yaş bez getirdi, dizlerinin üzerinde oturup iğrenerek kan lekelerini temizledi.

Çantaları açıp içindekileri tek tek evin ortasına boşalttı. Siyah elbise de çantadaydı. Elbiseyi çıkarıp üzerinde denedi, her tarafından dört parmak küçültmek gerekiyordu.

Mutfaktan iğne kutusunu getirdi. İpi iğnenin deliğinden geçirdikten sonra saate baktı. Şimdi elbiseyi daraltsa şafak sökene kadar yetişe bilirdi.

Elbiseyi ters çevirip iğneyi elbiseye geçirdikten sonra hastanede kocasının cesedini gördükten sonra neler yapması gerektiğini düşündü.

Her halde ağlayarak kendini cesedin üzerine bırakmalıydı.

Sonra babası öldüğünde annesinin durumunu hatırladı. Annesi o zaman kesinlikle ağlamadı. Bırak ağlamağı, iç bile geçirmedi. Rengi sapsarı sarardı, gözünün altı mosmor oldu. Ama kesinlikle ağlamadı. Zira annesi müslüman bir kadının kocası için ağlamasının günah olduğunu düşünüyordu.

O yüzden ağlamak o kadar önemli değildi. Sonra ağlayacak gibi oldu, zira ilk nişanlı oldukları dönemleri hatırladı.

Hastaneye varır varmaz mutlaka ağlayarak yüzü duvara dönecekti, duvara yaslanacaktı. Kendini bildi bileli ağladığı zaman mutlaka birilerine yaslanmak zorundaydı. Her halde gücü azalıyordu. Kesin onun koluna girerek duvara yaslanmasını önleyecek, kapıdan çıkaracaklardı. Ya onun duvara yaslanmasını önlemeselerdi, o zaman ne olacaktı? Kesin unutulacak, o duvarın dibinde öylesine kalakalacaktı.

İğne parmağına girdi. Parmağı kanadı. Sargı bezinden azıcık daha kesip parmağına sardı. Neden aklına böyle saçma sapan şeyler geldiğini düşündü. Böyle saçma sapan şeyler düşüneceğine kendi derdine baksaydı daha iyi etmez miydi? Yalnızbaşına bir kadın, üç çocuk

Kocasının her gün taşıyarak doldurduğu buzdolabı birkaç gün sonra yine boşalacaktı. İki üç gün sonra kendisi gitmeliydi pazara, ellerinin damarı şişecekti sepetleri taşımaktan

Sonra kocası olmadığında pazara gitmeğe gerek bile kalmayacağını düşündü. Kendisi şu an diyet yapıyor, çocuklarınsa sabah akşam yalnız meyve ve şekerlemeden başka bir şey yedikleri yok zaten.

Ohh be, pazara gitmek derdinden de kurtulacaktı böylece. Patatesleri, soğanları boşaltmak, kanlı eti yıkayıp buzdolabına doldurmak prosedürü de son bulacaktı. Bir kasa yumurta, işte o kadarAnsızın bu yumurta denen nesnenin ne kadar da basit, kolay bir yiyecek olduğunu düşündü. Nesi varsa hepsi içinde. Ne eli kirlenecekti, ne kokusu çıkacaktı. Pişmesi de an meselesi.

Düşündükleri kalbinin küt küt atmasına neden oldu. En önemlisi artık yemek yapmak derdinden kurtulacaktı. Şu an mutfağın rafında onun yolunu bekleyen kıyma makinesiyle savaşmayacaktı. Kıyma makinesi onun hayatını daraltan araçların en başında geliyordu. Eti kıyma haline getirmek yerine aptal alet barsak gibi sarıyordu etleri kendisine. Motoru durduruyordu. Anlamı da şuydu: temizle beni.

Yemek yapmak gerekmeseydi kıyma makinesiyle savaşmaktan, yağlı tencereleri temizlerken elini kanatan sürtgeçlerden, yemeğin döküldüğü gaz ocağını günde en az üç dört kez temizlemekten de kurtulacaktı. Daha bir sürü şeyden kurtulacaktı, böyle düşününce kafayı yiyecek gibi oldu. Evet, yıllar yılı sabah akşam canını sıkan, rüyasında bile sık sık gördüğü bu geceden nasıl kurtulduysa işte aynen öyle bu işlerden de kurtulacaktı. Yeni bir hayata başlıyordu her halde?! Özgürlükle alakalı düşünmeğe başlamıştı artık. Özgürlükle alakalı düşündükçe şimdiye kadar aklının ucundan bile geçmemiş öyle şeyleri düşlüyordu ki, kenardan baktığında yeni bir insan gibi görüyordu kendini.

Elbisenin bir tarafını bitirdi. Sonra öbür tarafını daraltmağa başladı.

Her seferi kocası izne gittiğinde o, arkadaşlarını topluyor, çocuklarını da yanına alarak birlikte sinemaya, deniz sahiline, kafeye gidiyorlardı. Sonra çocuklarını karşısına alarak onları kokutarakBakınız, babanız duyarsa karışmam”, diyerek onları yalana alıştırıyordu. Şimdi artık özgür bir biçimde, keyifle istedikleri yerlere gidebilirlerdi.

Sonra da nedengidebilirlerdiki, “gidebilirdi”…

Sonra nereye gidebileceğini düşündü. Bir de uzun süre kafasında kiminle gidebileceğini tasarladı.

Kiminle gidebileceğini düşünmek şimdi sabaha karşı pek önemli değildi. Kesin biliyordu ki, nereye gitseydi orada mutlaka bir oyun sahneleyecekti. Birileri durmadan ona bakıyor, ya da ona yaklaşarak yanında oturup şuradan buradan konuşacaklardı beraberce.

Üniversite zamanlarında olduğu gibi…  Sonra o adam bir yerlerden onun telefon numarasını bulacaktı, geceler telefon kulübesinden telefon açarak bir süre susacaktı. Onun gözüne uyku girmiyecekti, sabaha kadar yatağında dönüp duracak, acayip rüyalar görecekti.

Evlendiği günden bu güne hiç böyle bir olasılığı düşünmemişti. Bir gün bir daha bu olayların tekrarlanacağını. Şimdiyse bu olasılığın soluğunu o kadar yakından duyuyordu ki, az daha kalbi duracakmış gibi oluyordu.

Hmm, demek ki, her şey yeniden başlıyordu.

Sonra aklına nedense lisede okurken ilk kez aşık olduğu Refik geldi. Refik o zaman ondan iki sınıf üstte okuyordu.

Sonra geceler boyu yatağında Allah`a yalvarmasını, sonra sesi duyulmasın diye yastığına yaslanarak ağlaya  ağlaya uyuduğunu hatırladı.

Yine gözleri doldu. Refik`in güzel yüzü, sesiyle beraber geldi gözlerinin önüne. Refik her zaman yaptığı gibi ağzının bir kenarıyla tebessüm ederekNasıl istersen”, dedi. Bir keresinde onu yine yüzünde aynı ifade, yine ağzının bir kenarıyla tebessüm ederek dansa kaldırmıştı. O gün okulda şimdi hatırlayamadığı bir bayramı kutluyorlardı. Ama şunu kesin hatırlıyordu ki, Refik`e kendisi yaklaştı. Ne diye yaklaşmıştı? Onu hatırlamıyordu. Ama bir bakmıştı ki, ta Refik`in bulunduğu masanın tam önünde duruyor. Refik de onu seyrederek gülümsemiş ve ayağa kalkarak onunla dans etmeğe başlamıştı. O zamanevet o zaman aman Tanrım, bir anda zemin ayaklarının altında kayboldu, bulutların üzerinde dans etmeğe başladılar Refik`le.

Ne kadar sıradan ve vasat bir laf olduğunu düşünse bile, yine ilk sevginin unutulmadığı düşüncesini tekrarlamaktan kendini alamadı. Şu an bile Refik`in telefon numarasını hatırlıyordu. Nasıl unuta bilirdi ki, o telefon numarasını? Dört sene boyunca sabah akşam telefon açarak az mı dinlemişti sesini?!

Refik`in tatlı sesi yine çınladı kulaklarında

Elbisesinin artık her iki tarafı da hazırdı. Kalkıp geceliğini soyundu, elbiseyi üzerine giyerek aynanın karşısına geçti. Bu elbise de o zamanların elbisesiydi. Elbiseyi kokladı. Başı dönmeye başladı. O elbiseye öyle her laftan kıpkırmızı olan, ince bir kızın kokusu sinmişti. Bu elbiseyle bir keresinde Refik`i sokakta görmüştü, Refik özür dilemişti ondan ve çekip gitmişti. Tanımamıştı Refik onu. Onunsa o gün ilk kez nişanlısıyla öpüşürken durumu kötüleşmiş, delikanlıyı kendinden uzaklaştırarak uzun uzun ağlamıştı.

Elbiseyi soyunarak yine geceliğini giydi. Çantalara baktı, aslında o, çantalara değil, onların içinden çıkan elbiselere bakıyordu. Ne kadar elbise vardı bu çantalarda? Her yılın kendine özgü elbisesi? Ne çok yaşamıştı böyle? Bu kadar elbiseyi giymeye zamanı nereden bulmuştu?

Öbür odaya geçti, ışığı yaktı. Dikiş makinesinin karışısına geçti. Elbisenin bir tarafını dikerken aynı zamanda düşünmeden de edemiyordu: ne diye Allah onun figanını umursamadı? Suçu neydi?

Sonra ansızın kalktı, dikiş makinesini bir kenara itip telefonun ahizesini kaldırdı, telefon numarasını çevirip uzun süre bekledi. Hattın öbür ucundan tatlı bir erkek sesi duyuldu. Bu sesten sesi titredi, dizlerinin üzerine çökecekmiş gibi oldu, ahizeyi yerine bıraktı.

Geri dönerek tekrar elbiseyi dikmekle uğraştı. İçi daraldı ve ağlamaya başladı. Göz yaşları siyah elbisenin üzerine dökülmeğe başladı. Ağlaya ağlaya hızla elbiseyi dikmeği sürdürdü. Dikip bitirdikten sonra elbiseyi üzerine giydi. Tam da üzerine biçilmişti.

Sonra ne düşündüyse aynanın önünde durarak gözlerine sürme çekti, dudaklarını boyadı, saçlarını taradı.

Şafak söküyordu artık. Kocasının akrabalarına bir saat sonra haber vermeyi kararlaştırdı. Zira şimdi kesin uyuyorlardı.

Sonra gelip tekrar telefonla karşı  karşıya oturdu. Ahizeyi kaldırdı, numarayı çevirdikten sonra bekledi. Yine uzun  uzun çağrı seslerinden sonra o yakın, içten  ses duyuldu:

Allo…”

“ …”

Alllo?”

Bir anlığına ahizeyi yerine bırakmayı düşündü, fakat elinde olmadan:

Refik…”, dedi.

Efendim canım?”, diye yanıt verdi telefonun öbür ucundaki ses.

Yine gözleri doldu, bir acı çığlık boğazına takıldı.

Tanıdın mı beni?

Tanıdım tabii. Tanımaz mıyım?”

Sonra kalbi hızla atmaya başladı ve Refike ne diye telefon açtığını düşündü.

Biliyor musun, benBen seni aradım ki…”

Biliyorum.”

Neyi biliyorsun…”

Ne diye telefon ettiğini…”

Telefonun öbür ucunda uzun süre sessizlik oldu. Sonra sanki birileri esnedi orada. Ve Refik`in sesi duyuldu:

Baksana, güzel bir yer biliyorum. Yarınki planın ne? Gelebilir misin oraya? “

Nereye?”

Söyleyeceğim sen not et adresi.”

Orada ne yapacağız?”

Telefonun öbür tarafında kahkaha sesi duyuldu. Refik sessiz sessiz gülüyordu.

Karşılıklı oturupŞehnameokuruz.”

Sonra Refik yine güldü. Oysa o, ne hayallerle telefon etmişti Refike. Gerçekten de onun Refik olup olmadığını tekrar kontrol etmek için:

Refik”, dedi.

Telefonun öbür ucundan yine:

Efendim, canım…” diye yanıt geldi.

Ahizeyi yerine attı. Kalkıp aynanın önüne geçti. Tarakla taradı saçını. Çok öfkeliydi. O yüzden de saçını tararken saçı avuçla tarağın dişlerine takılıyordu.

Sonra elleri sırtında yine odaya dağılmış elbiseleri seyretmeye koyuldu. Kıyafetlerin arasında kocasının da elbiseleri vardı. Bu elbiseleri bir araya toplayarak fakir fukaraya dağıtmaya karar verdi. Sonra bir de bu elbiseleri ortadan kaldırmağı düşündü. Zira eski günlerinden gözdağı istemiyordu bu evde.

Kapı çaldı. Sanki bu tıkkırtı kapıdan değil onun kafasından geliyordu. Gecenin bu vaktinde kimin gelebileceğini düşündü. Kim olabilirdi ki? Sonra kapıyı çalanın kocası olduğunu anladı. O zaman kocası ölmemişti. Kocası tekrar geri dönmüştü.

Bu kez kapının zili ötmeğe başladı. Kocası bıkmıştı galiba, artık çocukların uyanması bile umrunda değildi.

Çal kapıyı, çalEllerin acıyana kadar çalSonra bakalım ne yapacaksın?!

Kapının zili ara vermeden ötüyordu. Çocuklar da uyanmışlardı. Öbür odadan sesler geliyordu. Sonra çocuklardan birisi odanın kapısını açtı ve koridora bakındı:

Anne, anne…”

Ne var?”

Kapı çalınıyor.”

Biliyorum, sen uyu…”

Öfkesinden partlayacak gibiydi. O, burada kocasının anısına kendisi için siyah elbise ayarlarken bu salak kim bilir nerelerde keyif çatıyormuş?! Yine ağlayacak gibi oldu. Aman Tanrım, nasıl da salaktı?!

Kapı şimdi daha hızla çalınıyordu. Dayanamadı. Ayak yalın dışarı çıktı, ışığı yaktı. Gözlükten baktı. Kocası suçlu bir çehreyle kapının öbür tarafında duruyordu öylesine.

Ne var?”

Kapıyı aç…”

Açmıyorum.”

Aç diyorum sana kapıyı, rezil etme bizi. Millet uyuyor.”

“ ….”

Aç diyorum, yoksa….”

Yoksa ne?…”

Ne olacağını sen daha iyi biliyorsun.”

Hayır, bilimiyorum.”

Kocası kapıya bir tekme vurdu. Demir kapı az daha yerinden kopacaktı.

Kapıyı açtı. Kocasının elinde kağıta sarılmış bir şey vardı. Rahatsız olmuş bir yüzle onu şöyle bir seyretti, daha sonraysa içeri geçti. Elindekiniyse aynanın önüne bıraktı.

Burası otel mi?”

“ …”

Sana sordum.”

Kocası onun sözlerini umursamadı bile. Elindeki kağıta sarılmış eşyayı açıyordu şimdi de. Açtıktan sonra eliyle göstererek:

Bak işte telefon diyordun.”, dedi.

Ne yapacağım ben telefonu?” 

Kendin söylememiş miydin?”

Çok şey söylemiştim ben o gün. Yalnız telefonu mu aklında tuttun?”

Yeter be! Ne söylemiştin ki?”

Burası otel değil dedim, geç kalırsan dışarıda kalacaksın dedim. Sadece telefonu mu hatırlıyorsun? Telefonu hatırlamak işin en kolayı. Önemli olan evde olmak, evde bulunmak, evin derdini, sıkıntısını bilmek. Beni görmek.”

Kocası artık çizmelerini soyunmuş, terliklerini giyiyordu.

Ne diye geldin ki?”

“…”

Uyumaya yer mi bulamadın?”

“…”

Bunu da yeni mi öğrendin: her defasında elinde bir şey geliyorsun eve, rüşvet vereceksin sanki. Ne bu, rüşvet mi?”

Sen kafayı yemişsin!”

Üşütürüm tabii!

Kocası bir süre öbür odada müzik dinledi. Sonra mutfakta bir süre oyalandı.

Kocasının uyumak istemesine karşın onun uyumasını beklediğini kesinleştirdi kendisi için. Onun uyumasını bekliyor, sonra kendisi de onun yanı başında uyuyakalacak. Kocasının şu ölüyle yatmaya bile hazır olduğunu düşündü. Kocası böyle yapardı, zira bıkmıştı artık söylenmelerinden. Kocası onun ölümünü istiyordu. Her gece onun için rüşvet getirmekten bıkmıştı kocası. Terbiyesiz çocukları gibi her gece onun öğütlerini dinlemekten de bıkmıştı kocası.

Her akşam kocası değişik törenlerden, şen şakrak toplantılardan eve zındana dönüyormuşcasına dönüyordu. Bu merdivenleri kalktıkça kocası onun ölümünü diliyordu Tanrıdan. Gecelerse o, uykudayken, karışık rüyalar görürken kocası dikkatlice onun çehresini seyrediyordu, onun soluğunu dinliyordu. Dinlerken aynı anda düşünmeği de sürdürüyordu: acaba ne zaman bu soluk kesilecekti?

Kocası hâlâ mutfaktaydı. Su içiyordu galiba, ya da elini yıkıyordu. Sonra dikkatlice dinledi, hayır ses banyodan geliyordu.

Kalkıp parmaklarının ucunda koridorda yürüyerek banyonun kapısının önüne kadar geldi. Banyonun kapısı açıktı.

Kocası küvetin kenarında oturuyordu. Lavabodaysa hâlâ sular akıyordu.

Ne diye burada oturuyorsun ki?”

Kapıyı açtığında kocası irkildi.

“….”

Neyi bekliyorsun?”

Hiçbir şeyi.”

Peki, neden uyumuyorsun?”

“ …”

Miden mi bulanıyor?”

Hayır, ne diye bulansın ki?”

Beni gördüğün zaman diyorum.”

Başladı işte.”

DinleBu ne biçim oyun böyle? Bulanıyorsa söyle biz de bilelim. Niçin korkuyorsun ki?”

Ben mi korkuyorum? Hiçbir şeyden korkmuyorum ben.”

O zaman söyle işte…”

Neyi?”

Benden nefret ettiğini söyle.”

Ama, nefret etmiyorum.”

Nefret ediyorsun…”

“…”

Ayrılmaktan korkuyorsan korkma, kağıtta ayrılmayız. Ama ne olursun benimle oynama. Söyle ben de ne yapacağımı bileyim. Ona göre davranayım.”

Ne yapacaksın ki?”

Bileyim ben de ne yapacağımıSenin boğazından asılıp kalmayayımBen de kendim için…”

Eveeeeetttt?!...”

Kıpkırmızı olduğunu hissetti. Böyle kızarması kocasının iyice çıldırmasına neden oluyordu. Sanki bu kızarmada nedenini anlamadığı bir acayip sonuç vardı. Kocası şimdi çıldıracak gibiydi, deminden beri uykudan mahmurlanmış gözleri ansızın ışıldadı:

Konuşsana, niçin susuyorsun?”

İyice kızardı. Şimdi kim bilir yüzü simsiyah olmuştu.

Kocası küvetin kenarında oturup onu seyrediyordu. Sonra sert bir haraketle kapıyı çekip kapattı.

Çocuklarsa kapıyı aralıyarak korku dolu çehreleriyle ona soruyorlardı:

Anne, baba ne yapıyor orada?”

Babanız öldü!”

Böyle çılgıncasına bağıran kocasıydı. Sesi gecenin karanlığında banyonun içinde yankılanarak tüm evi kapladı.

Çocuklar bu laftan ağlamaya başladılar.

 

Çocukları avutup uyuttuktan sonra düşündü: her ilkbahar böyle başlıyor işte. Allah kahretsin!…